Dayanmak zorundaydı. Bedeni henüz çok küçücüktü. Keşke yaşadığı acılar ve çilesi de bedeni kadar küçük olsaydı. Hava yağıyor, normal insanlar ayakkabılarıyla ayakta durmakta zorlanıyorlardı. O ise başında otuz kiloluk Ramazan Kumanyasını yere düşürmeden eve ulaştırmak zorundaydı. Başka da şansı yoktu. Belli ki babası ve abisi de yoktu. Küçücük bedeni büyük bir sorumluluk kuşanmıştı. Dünyanın başka yerlerinde onun yaşındaki çocukların marketten alışveriş poşetlerini bile eve götürmelerine müsaade edilmiyordu. Götürmek isteseler aileleri müdahale ediyor, Sen bunu taşıyamazsın, Allah korusun belini incitirsin deniliyordu. Keşke ona da Sen bu yükü çekemezsin küçük çocuk diyen olsaydı.
Arakan Kamplarından söz ediyorum. İnsanlığın vicdanının tatile çıktığı kamplardan
Bangladesh havaalanında 3 saat bekletildikten sonra kamplarla ilgili en ufak cümle kurmadan girdik ülkeye. Asla yardım kuruluşu olmadığımızı, bireysel olarak turistik amaçlı geldiğimizi söylememiz istenmişti. Çünkü kamplara giriş çıkışa ve yardım organizesine asla müsaade edilmiyordu. Ülke halkının fakirliği nedeniyle 100 bini aşan mülteci, yük olarak görülüyor ve bir an önce ülkelerine dönmeleri bekleniyordu. Boğazlanmak, hunharca öldürülmek, ateşte canlı canlı yakılmak pahasına geri dönmeleri... Arakandan gece karanlığında teknelerle ölümü göze alarak hayatta kalmak için kaçan ve çok azı kurtulan insanlardı onlar. İnsanların şükretmekte cimri davrandıkları dünyada, hayatta kalma şansını yakalayabilmiş olmaya şükrediyorlardı. Cox Bazarda kaldığımız otelden sahuru müteakip ayrılıp yola koyulduk. Yardımcı olan arkadaşlar Eğer yakalanırsanız biz sizi tanımıyoruz dediler. Belli ki ödeyecekleri bedel ağırdı.
Önceden aktarılan yardım paraları ile 3500 aileye Ramazan Kumanyası alınmıştı. Sabahın erken saatlerinde kampa ulaştık. İnsanlar kilometreyi aşan kuyruk oluşturmuştu. Hava çiseliyordu. Acele etmeliydik. Parantez içinde; ayaklarında ayakkabı olmayan o kadar insanı ilk defa bir arada gördüğümü belirtmeliyim. Selamla başladık. Bir kişi önceden dağıtılan kuponları topluyor, biz ise birkaç koldan yardım çuvallarını teslim ediyorduk. Keşke bir çırpıda teslim edilebilecek bir yöntem olsaydı. İzdihamı engellemek için tek sıra dizilmişlerdi. Bir kişinin bile sırayı ihlal etmesine müsaade edilmiyordu. Bir yanlışlık bir anda her şeyi alt üst edebilirdi. Bazı aileleri temsilen küçücük çocuklar sıraya girmişlerdi. Alıp kenara koyma ve daha sonra götürme şansları yoktu. Aldıkları gibi yağmurdan kaçırmak ve küçücük barakalarına ulaştırmak zorundaydılar. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar
Yaşanan trajedi yürek dağlıyordu. Onlar çaresizliklerinden, biz ise insanlığımızdan utandık.
Yardım paketlerinin bir kısmını dağıttıktan sonra; kampı incelemek üzere dağıtımı, kamptan seçilen sorumlulara bıraktık. Ev denen barakaları görmek yürek istiyordu. Siyah naylonlarla üzerleri kapatılmış derme çatma tek göz barakaların tamamına yakınını görebilecek yüksek bir yere çıktık. Çamurlu patikadan ilerleyip barakaları geçerek hâkim bir noktaya gelmek için biz zorlandık. Aklıma çuvalı büyük bir dirençle omuzlayan çocuklar geldi. Çocuklar, hayatı çile olarak tanıyan ve acıya doğuştan mirastan alan çocuklar
Etrafımızı sarıyor, şaşkın bakışlarla bizleri süzüyorlardı. 4-5 yaşındaki çocukların hiç giyecekleri yoktu anlaşılan. Çocuk maması, süt, çocuk bezi, biberon, oyuncak ve birbirinden şirin kıyafetler nasıl bir şeydir diye düşünmek bile moral bozmak için yeterliydi. İçinde bulundukları duruma şükreden ve onların çektiği çileye talip, bulanık nehirde boğulmadan ve kurşunlanmadan geçmeyi bekleyen çok insan olduğunu bilmek buna şükür dedirtiyor, her birimiz günlük hayatta ihtiyaç olamayan nice ihtiyaçları kendimize dert ettiğimiz için üzülüyorduk.
Kamplar kadın olmanın asla kolay olmadığı yerlerdi. Herkesin kendisini taşımakta zorlandığı yağmurlu havada, çamur deryasında herkesi taşıyıp kol kanat germek; çok büyük metanet ister diye düşündüm. Kendi kendime; oruç açacak sofrayı oluşturmanın mümkün olmadığı kamplarda iftarın gelmesini anneler isteyebilirler mi acaba diye sordum. Arakan Kampları çile ve meşakkatin bol, yutkunmanın ise gerçekten zor olduğu kamplardı.
Ne yazık ki Myanmar/ Burmadan dünya hala haber alamıyor. Yabancı insanların Arakanlı Müslümanların yaşadığı bölgeye girişlerine asla müsaade edilmiyor. Kendi topraklarında insanların mülkiyet hakkı, nesil ve can emniyeti yok. Son bilgilere göre hepsinin parmak izleri alınıyor, resimleniyor ve hak iddia etmediklerini ifade eden metinlere imza atmaya zorlanıyorlarmış. İmza atmayan bazı kızlar gozetim altındaymış. Namuslarına düşkün olan bu insanların kızları ve eşleri için duydukları kaygı, insanı ihtiyarlatmak için yeterli diye düşündüm.
Kimliklerinin bile olmadığını söylüyor Arakanlı genç. Ahmet, Türkçe konuşan bir Arakanlı. Türkiyeyi yakından taniyor. İHH kanalıyla yardımların ulaşmasına da katkı sunan genç; Budist rahipler bizi orada, kendi topraklarımızda istemiyorlar diyor. Herkes gibi bende sosyal medyaya yansıyan resimleri soruyorum. Fazlası var eksiği yok diyor. Programımız yoğun. Gün içerisinde farklı yerlerde üç yetimhane ziyareti gerçekleştireceğimiz için aceleyle ayrılıyoruz.
Kamp çıkışında isminin sonradan Seyd'ul İslam olduğunu öğrendiğim 9-10 yaşlarındaki çocuk yanıma yanaşıyor. Elindeki kâğıdı bana uzatıyor. Açtığımda İHHnın logosunu çizmiş ve özenle boyamış olduğunu görüyorum. Kucaklıyor ve teşekkür ediyorum. Çantamda bulunan bir paket şekeri takdim ederken o elini koynuna atıp diğer resmi çıkarıyor. Açtığımda kısa bir şaşkınlık geçiriyor ve kendimi zor tutuyorum.
Bir öğretmen olarak resimlere yansıyan zulmün Seyd'ul İslamın ruhunda açtığı yaraları düşünmeden edemiyorum. Budist Rahiplerin zulmünü ve insanları hunharca katledilişini anlatmaya çalışan Seydul İslamı bir kez daha kucaklıyor ve emeğe saygının gereği olarak eline harçlık tutuşturuyoruz. Yine çiz e mi diyor ve yetimhanelere hareket ediyoruz. Hızla kamptan uzaklaştık. Acılar yüreklerde, gözlerimiz ise geride kaldı.